Anne karnı yaşamın başlangıcı sayılır. Bir anlamda güvenli ve huzurludur. Ama güven ve huzur sizi taşıyan annenin güvende oluşu ve huzurlu oluşuyla bağlantılıdır. Tıpkı sonraki yaşamda hissedeceğiniz güven ve huzurun, içinde bulunduğunuz toplumun, ülkenizin güvende ve huzurlu oluşuyla bağlantılı olması gibi. Doğumdan sonra dış dünyayla tanışırsınız.
Dışarıdan verilecek bakıma tümüyle bağımlı ve çaresizsinizdir. Bu nedenle, bakımınızı sağlayacak ve bağımlılığınızı besleyecek biriyle alışverişe zorunlusunuzdur. Çünkü yaşamınızı ancak bu şekilde sürdürebilirsiniz. Gereksinimlerin uygun bir şekilde karşılanması, çocuğun benliğini değerli, bakılan bir varlık, çevresini de bakan ve veren güvenli bir çevre olarak algılamasını sağlar. Bu algı çocukta temel güven duygusunun temellerini oluşturur. Ne kadar verici ve doyurucu bir çevre olsa da, zaman zaman aksamalar, gecikmeler olacaktır. Bu aksamalar, temel güven duygusuyla birlikte, temel güvensizlik duygusunun da oluşumuna neden olur. Yürüme, konuşma gibi becerilerin kazanılması bağımsızlığın istemini doğurur. Bağımsızlık istemi ise toplumsal kurallarla, yasaklarla ve engellerle tanışmaya, ilk toplumsal ilişkilerin oluşumuna yol açar.
Bebeklikte toplumsal güven duygusunun ilk belirtileri beslenme, uyku, temizlik gibi işlevlerde düzen ve rahatlığın bulunuşudur. Bu duygunun sağlamlığı, bu hizmeti veren kişinin yani annenin bir süre uzakta kalmasına kaygı ya da öfke duymadan katlanabilmesiyle ölçülür. Çünkü annenin görünürde yok olması, güven hissinin kaybolmasına neden olmaz: Geri gelecektir, çünkü ilişkilerinde süreklilik ve tutarlılık, yani güven vardır. Bu güven aynı zamanda çevreye, yaşanan topluma duyulan güvendir. Eğer bu ilişki sağlanamamışsa içine dönük ve kendini güvende hissetmeyen, bunun kaygısını yaşayan bir varlık oluşur. Özerkleşme çabasına giren çocuğun seçim yapma ve isteklerini gerçekleştirme isteği engellenir, bastırılır, çocuk bu nedenle suçlanır ve cezalandırılırsa, yani dışarıdan denetimlerin aşırılığında kuşku ve utanç duyguları yerleşir.(1)
Görüldüğü gibi güven duygusunun sağlıklı gelişmesi, özerkliği, kendi kendine yetmeyi ve kendi kendini denetlemeyi sağlamaktadır. Bu nedenle özgürlüğün temelinde güvenlik vardır, denilebilir. Çünkü güven duygusu gelişemediğinde ortaya kuşku ve utanç çıkmaktadır ki, bu duygular insanın kendi kendinin özgürlüğünü kısıtlamasına neden olur.
İNSANIN İHTİYAÇLARI
İnsanın ihtiyaçlarının neler olduğu konusu tartışmalıdır. Çeşitli teoremlerin birleştiği nokta, ilk sırada fizyolojik ihtiyaçların olduğudur. Abraham Maslow’un gereksinimlerinin hiyerarşisi teorisine göre de ilk sıra fizyolojik ihtiyaçlardır(2): Nefes almak, su içmek, yemek ve üremek. Piramidin yukarı doğru ikinci sırasında ise “güvenlik ve korunma” gelir. Onu sağlayan insanın bir üst gereksinimini bu güvenlik duygusuna bağlı olan, sevgi ve ait olma ihtiyaçları izler. Diğerlerinin bize gösterdiği saygı ve kendi öz saygımız diğer önceliktir. Bu dört ihtiyaç yerine gelmezse sorun oluşur. Bu sorunun nedeni ihtiyaç hissetmedir. Maslow buna hayatta kalma ihtiyacı demektedir. Piramidin son kısmı, kendini gerçekleştirme bölümüdür. Diğerleri daha kolay, ama bu zordur. İnsanlar hep daha fazlasını ister, ama ihtiyaçlar tatmin olur olmaz, dikkatleri hemen kendilerini gerçekleştirmeye döner. Maslow’a göre çok az insan kendi varlıklarını yaşar. Çünkü genellikle, insanlar öbür ihtiyaçlarını tatmin etmekle meşguldür. Bu yaratılışın ve hayatta kalmanın temel anayasası olarak kabul edilen bir kuramdır. Tarihsel olarak ele alındığında, ilk insanlar özgürdür. Hiçbir kuralı, yasası, sınırlaması olmayan bir dünyada yaşamaktadırlar. Sonra, güvenliğini sağlama güdüsü ilk insandan itibaren insanı başını sokacak bir ev, kendini koruyacak silahlar ve tehlikeyi engellemeye yönelik toplumsal düzenlemeler arayışına itmiştir. Güvenli bir dünya kurarken kendini açık alanlardan mağara ve kulübelere kapatmış, kendi yarattığı silahın tehdidi altında kalmış, kurduğu toplumsal düzenin kurallarıyla sınırlanmıştır. Modern insanın bu arayışı, onun özgürlük kavramını da değiştirmiş; özgürlük neye ve kime göre olduğu göreceliliğiyle var ya da yok olmuş; mutlak özgürlük, yerini nispi özgürlüğe bırakmıştır. Modern insanın davranışları hukuki, ahlaki, dini, beşeri kanunlarla sınırlanmış; belli, siyasi davranış kalıpları, fanatik spor taraftarlıkları ve moda gibi toplumsal davranış örüntüleri ile de geride kalmış ne kadar “özgür” insan tavrı varsa, belli kalıplara sokulmuştur. Günümüz modern insanı artık üst üste, dip dibe inşa edilmiş dairelerinde, bir örnek eşyalarıyla, forma gibi modaya uygun giysileriyle ve benzer düşünce kalıpları ve söylemlerle kendi kültürel gelişmesinin kölesi olmuş, feda ettiği mutlak özgürlüğünün karşılığında mutlak güvenlik yerine daha pahalı ve kendi özgürlüğünü kısıtlayıcı güvenlik önlemleri üretmiştir. İnsanın güvenliği için uydulardan her saniye izlenebilen ve “özgürlük” temalı reklamlarla pazarlanan iletişim araçları, insanların cebine girmiş; “iletişim özgürlüğü” denen durumun insanın her konuşmasının dinlenebildiği bir kısıtlılık olduğu değil, tehlike anında uydudan bulunabildiği bir güvenlik sistemi olduğu duygusu öne çıkarılmıştır.
Modern insan, kültürel gelişiminin doruğundaki insan güvenliğini satın almak için daha fazla para ödeyen insan haline gelmiş, davranış özgürlüğünü yitirmiş, ancak beyni ve düşünceleri kendi kendine vurduğu zincirlerini kırabildiği ölçüde özgürlüğünü koruyabilmiştir.
TOPLUMUN GÜVENLİĞİ-BİREYİN ÖZGÜRLÜĞÜ
İnsan gereksinimlerini alt üst eden en önemli şeylerden biri travmalardır. Travma sonrası bireylerin ve toplumların gereksinimleri, beklentileri değişir. Travma sonrası kaygı ve çaresizlik hissedilir. Deprem, sel gibi doğal travmalar sonrası insanlarda oluşan duygular bunlardır. Ancak travma başkaları tarafından oluşturulmuşsa (savaş, katliam, terör vb.) bu duygulara utanç, aşağılık duygusu ve geride kalma eklenir. Sonuç olarak ortak bir duygu oluşur. Bu tür durumlarda kişilerin bireysel olarak uğradıkları travmaya, bir de sosyo-politik süreçlerin oluşturduğu travmalar eklenir. Baskı ne kadar artarsa, bireysel kimliğin unutulup, grup kimliğinin öne çıkması ve lider etrafında toplanma da o kadar artar(3). Bu toplanma gözü kara şekildedir ve güvenlik için bireysel her türlü haktan vazgeçilen bir kitle psikolojisi oluşur. Yani artık toplumun özgürlüğü için, bireyin özgürlüğünden vazgeçilebilir. Bir süre sonra adeta toplumsal bir paranoya oluşur. Paranoyanın değişmeyen belirtisi, süregelen güvensizliktir. Artık dünya tehdit edici bir yer olarak algılanır ve devamlı savunma haline geçilir. En ufak şeyler bile, bu hissi doğrulayan belirtiler olarak algılanmaya başlanır(4). Güvensizlik hissi, güven arayışını, güven arayışı ise kendi özgürlüklerini kısıtlamaya yol açar. Çünkü fizyolojik ihtiyaçlar dışındaki ihtiyaçlarımız, ancak güvenlik duygusunun tatmininden sonra belirginleşebilmektedir. Kendini güvende hissetmeyen birey ya da toplumun, özgür hissetme ve özgürlük isteme şansı kalmamaktadır. Bu doğal gelişim, aynı zamanda politik olarak kullanılabilecek bir yöndür. Kişilerin, özgürlüklerinden kendi istekleriyle vazgeçmelerini sağlamanın yolu, onların güven hislerinin sarsılmasından geçer. Bunu sağlamak için gerekli olan bir travmadır ve bu travmanın siyasi adı düşmandır. “Biz” ve “onlar” oluşturulabildiğinde, onlar saldırgan ve bilinmez olduğunda güvenlik gereksinimleri artar. Bu artış, “iyi” bir lider tarafından idare ediliyor ve yönlendiriliyorsa, artık toplum güvenliği, bireysel özgürlüğün önündedir. Bir taraftan narsisizmleri zedelenmiş olan birey ve toplumlar, bu zedelenmeyi saldırganlığa dönüştürürler. Zedelenen narsisizmin, bireysel narsisizmden soyutlanarak topluma dönüşmüş olması saldırganlığı “haklı nedenlere” sahip hale getirir. Bu nedenle de söylenmesinde sakınca yoktur ve toplumlar, din, ahlak, töre, ulus gibi kavramlar uğruna birbirlerini “haklı gerekçelerle” yok etmeye başlarlar. Böylece travmalar güvenliğin sarsılmasına, sarsılan güvenlik saldırganlığa, saldırganlık bir yandan “ötekini” yok etmeye ve “ötekinin” özgürlüğünü sonlandırmaya, bir yandan da sarsılan aynı güvenlik hissi ile kendi özgürlüklerini kısıtlamaya, kısıtlanmasına izin vermeye yönelir. Bu kısır döngü içinde aslında hem güvenlik hem de özgürlük yok olmuştur.
ÇELİŞKİLER ÇÖZÜLÜR MÜ?
Bu çelişki, insan var olduğundan beri sürmektedir. Tarih boyunca şekil değiştirse de, kalitesi farklılaşsa da, düşmanlar yaratılıp, yok edilse de sürmektedir. İyi bir güvenlik sağlamaya çalışmak, ister istemez özgürlüğü kısıtlamaktadır. Küçük bir çocuğun düşmesini ve yaralanmasını engellemeye çalışmak doğal olmakla birlikte, aşırıya kaçıldığında çocuğun gelişimini engeller. Bireyler ve toplumlar da benzer şekilde, kendilerini güvende hissetme gereksinimlerini karşılama çabasını arttırdıkça, insan olmanın anlamlarından biri olan özgürlüklerini kendi elleriyle yok etmektedirler. Oysa gelişmiş insan olmanın göstergesi, daha alt gelişim düzeylerindeki ihtiyaçları çoktan doyurmuş olup, kendini gerçekleştirme düzeyine ulaşmış olmaktır. Bu düzeyin ögelerinden biri de özgürlüktür. Evet, özgürlüğün temelinde güvenlik vardır. Bu kavramların birbirine zıt, biri olduğunda diğeri olmazmış gibi tartışılması bu çelişkinin nedenlerindendir. Oysa birbirini tamamlayan, insanı var eden iki kavram, yine insan tarafından çelişki olarak algılanmaktadır. Belki bu çelişkinin çözülmesindeki adımlardan biri, güvenli olmanın, önemli bir özgürlük olduğunun ve özgür olmanın da güven verici olduğunun fark edilmesindedir.