Okudunuz, geçen hafta İsveç kral ve kraliçesi ülkemizi ziyaret etti. Ne içtiler, ne yediler, davete kim gitti gibi haberlerle ülkelerine döndüler. Hatta son günlerinde “Kral yayaya çarptı.” diye haber bile oldu. Sanki arabayı kral kullanıyormuş, sanki bizim her zaman yaptığımız önemli kişiler için trafik kesilir ve trafik kuralları ihlal edilebilir kuralımızdan kralın haberi varmış gibi yazıldı.
İşte o gün ben de bir grupla birlikte, kraliçeyle zaman geçirdim, yemek yedim. On dört kişilik grubun bir kısmı kendi protokolleriydi. Bizden devlet bakanı Nimet Çubukçu, İstanbul valisinin eşi Neval Hanım, İstanbul belediye başkanının eşinin yanı sıra ihtiyacı olan çocuklarla çalıştıkları için davet edilmiş birkaç kişiydik. Yemek sırasında yaptığımız sohbetten Kraliçe’nin engelliler ve hasta çocuklarla özel olarak ilgilendiğini öğrendim. Konuya ilişkin bilgisi ve öğrenme isteği, konuya ilgisinin sadece kraliçe olmaktan kaynaklanmadığını gösteriyordu. Konuşmada anlattığı iki şey çok çarpıcı geldi. “İsveç’e ilk geldiğimde sokaklarda fazla sayıda engelli gördüm. Almanya’da engelli çoktur. Neden, savaştır. Ama İsveç uzun yıllardır savaşa girmediğinden bu kadar fazla engelli olmasını anlayamadım. Kral’a sordum. Kral sayıları çok değil, ama biz onları evlere hapis etmiyoruz. Hepsi yaşamın içinde, yaşam koşulları onlara göre düzenleniyor dedi. O günden beri, onlar daha fazla yaşamın içinde olsunlar diye çalışıyorum.” Bunu üzerine belediye başkanının eşi “Biz de İstanbul’da aynını yapıyoruz.” dedi. Daha bir ay önce yapılan Özürlüler 2006 toplantısına otobüs olmadığı için gelemeyen engellileri, toplantıya katılan engellilerin aktardığı, kapı geçmek, kaldırım inmek, toplu taşıma araçlarına binmek gibi basit işler için karşılaştıklarını hatırlayınca İstanbul bana, yaşamda hiç göremediğimiz engelliler için tuzak gibi geldi. Kim bilir belki de, eşinin görevini bu denli benimseyip, üstlenerek “Biz de aynını yapıyoruz.” diyen başkanın eşine güvenip, beklemek gerek. Tabi o zamana değin, engellilerimizi evlerinde yaşamaya mahkûm ederek, saklayarak başka sorunlara neden olmazsak…
İsveç Kraliçe’sinin ikinci anlattığı şey çocuk hastaneleriydi. Sadece çocuklara hizmet veren hastaneleri anlattı. Brezilya’da gezdiği hastanede gördüklerinden nasıl etkilendiğini, onları ülkesinde yapmaya çalıştığını, sadece patlamış mısır dağıtımını başaramadığını söyledi. Patlamış mısırları doktorların çocuklarla ilişki kurmak için kullandığını belirtince, beraberce onun yerine konulabilecek ve İsveçli çocuklara cazip gelecek başka bir fikir düşündük. Bizim çocuklarımız mı? Onların kendilerine ait hastaneleri yok ki, bu son adımı düşünelim. Olan birkaç tane de kapanıyor zaten. Hastaneye ulaştıklarında, ağlayarak olsa da muayene edilmelerine razı aileleri. Sokak çocuklarından konuştuk. Sorun konusunda bilgileri var ama böyle bir sorunları yok. Aileleri denetim yoğun. Nüfus az. Arada aile içi şiddet oluyor, onunla uğraşıyoruz dediler. Bırakın sokakta yaşayan çocuğu, evlat edinmek için çocuk bulamıyoruz dediler. Sokaklardaki çocuk sayımızı, aile içi şiddetin boyutunu, çocuklara istismar ve ihmali sordular. Bense biz de aile hasreti çeken binlerce çocukla, evlat edinmeyi ya da koruyucu aile olmayı akıllarına getirmeyen erişkinleri düşünmekle meşguldüm. Bunların sadece ekonomik güçlüklerle ilgili olmadığı kesin. Bunların çözümleri duyarlılıkla ilgili, bunların çözümleri sahiplenmekle ilgili, bunların çözümleri istemekle ilgili, bunların çözümleri çalışmakla ilgili ve bunların çözümleri eğitimle ilgili.
Eğitimden bahsedince, aynı toplantıda, bazen okul eğitiminin yetmediğinin canlı bir örneğine kulak misafiri oldum. Konuk kraliçe, öğretmen eşliğinde ebru sanatı deniyordu. Basın da bizimle birlikte onu izliyordu. Tam arkamda iki genç bayan gazeteciden biri, diğerine “Asaletin kandan geçtiğinin en güzel örneği, kadın nasıl asil, hareketleri nasıl zarif, kesinlikle asalet doğuştan, aileden ve kandan.” diyordu. Muhtemelen ilk görevleri değildi. Muhtemelen iletişim ya da basın-yayın gibi bir yüksekokul eğitimi almışlardı. Ve muhtemelen bu görev onlara beş dakika önce verilmemişti. Ama onlar, izleyecekleri kraliçe için bir araştırma yapmaya gerek görmemişlerdi. İnternetten yapılacak beş dakikalık bir arama, kraliçenin Alman olduğunu, 1976 olimpiyatlarında hosteslik yaparken kralla birbirlerine âşık olduklarını, yani kanında ailesel anlamda asalet olmadığını öğretirdi. Gerçek asaletin iyi bir eğitim ve öğrenme isteği olduğunu gençlere nasıl anlatacağız bilemiyorum. Bunların da yetmeyeceğini, çalışmak gerektiğini nasıl öğreteceğiz, bazen umutsuzluğa kapılıyorum. Çünkü eğitim sistemiyle veremiyoruz. Çünkü sokakta veremiyoruz. Çünkü basınla veremiyoruz. Çünkü ailede veremiyoruz. Onlara örnek de olamıyoruz. Çünkü yücelttiğimiz örnekler çalışmadan, emek sarf etmeden, uğraşmadan kazananlar. Böylece onların çalışıp makam ve bilgi sahibi olmak yerine, bir kralın onlara âşık olmasıyla kazanacakları nüfusu hayal etmeleri gerekiyor.
Ülkemizden bir kraliçe daha geçti. Giydikleri, yedikleri, gittiği yerler, çarpılan yaya haberdi. Ebru fırçasını nasıl “asilce” salladığı haberdi. Oysa haber de, asalet de engellilere ve çocuklara olan yaklaşımıydı. Ve kanındaki asalet bence, konumuna ve yaşına rağmen bilmediklerini öğrenmek için sorular sorup dikkatle dinlemesinden, öğrenme çabasından, yaptıklarını anlatırken gösterdiği alçak gönüllülüğünden, kraliçeliğin eşi nedeniyle taşıdığı bir unvan olduğunu vurgulamasından ve insanlara gösterdiği saygıdan kaynaklanıyordu.