LOKANTADAKİ ÇOCUKLAR

Yurt dışı tatilinde güzel ve sessiz, sadece hafif bir müzik olan lokantada akşam yemeği yerken çevreme baktım. Sonra eşimin gözlerini kapatarak ona bir soru sordum. “Burada kaç çocuk var?” “Sanırım hiç çocuk yok, çünkü hiç ses duymadım.” diye yanıtladı. Oysa orada yaşları birle sekiz arasında değişen yaklaşık 5 çocuk vardı. Ama haklı olduğu şey ses çıkmadığıydı. Hepsi sessizce yemeklerini yiyor, bitirenler yanlarındaki oyuncaklarla oynuyordu. Bizim ülkemizde alıştığımız gibi yememek için nazlanan, masada ağlayan, huysuzluk yapan, çevrede koşan, garsonları engelleyen çocuk ve onlara durmaları için bağıran aileler yoktu. Bir kez daha yetiştirme şeklinin ne kadar önemli olduğunu düşündüm.

Fark neredeydi?

Öncelikle bir yaşında olanlar dahil, hiçbirini anne yedirmeye çalışmıyordu. Yemekleri önlerine konmuş, kendileri itiraz etmeden yiyorlardı. Ayrıca doydum dediklerinde, zorlamayan, onlara inanan aileleri hiç kızmadan, yalvarmadan, bağırmadan kendi yemekleriyle ilgileniyordu. Çocuklar kendi kendilerine oynamayı, vakit geçirmeyi becerebiliyorlardı. Bu nedenle sıkılmıyor, çevreyi rahatsız etmiyorlardı. Ayrıca sınırlarını biliyor, daha fazlası için ağlamanın yararı olmayacağını da öğrenmişlerdi. Bırakın büyüklerini, diğer kardeşlerini de kendileriyle oynamaları için zorlamıyor, yanıt alamadıkları için avaz avaz şikâyetçi olmuyorlardı. Bizim tüm bunları yapan çocuklarımız var. Bu davranışlarına neden olan anne-babaları, yanlış tutumlarını “ama o çocukların kendilerine güvenleri yok” diye savunuyorlar. Gerçekten sınırsız çocuklarımız, güvenli ve yeterli mi oluyorlar? Ve onları yetiştiren anne-babalar başarılı mı? Sanırım bunun yanıtı ertesi gün havuz başındaydı. Aynı çocuklar kimse müdahale etmeden, ama uzaktan izlenerek ve korunarak kendi başlarına yüzüyor, garsondan suyunu kibarca isteyerek içiyor, anne-babaları da yok yere endişe atakları göstermiyordu. Yapılmaması gerekeni yapan, istenmemesi gerekeni isteyen olmadı mı? Oldu. Ama kimse bağırmadı, kimse ağlamadı. Anne ya da baba net bir şekilde “hayır” ya da “yapma” dedi ve olay bitti. İşte gerçek güven ve yeterlilik buydu.

Bir akşam bu ailelerden biriyle oturduk. Saat tam yedide bir yaşındaki, yedi buçukta da 2 yaşındaki banyo yaptırıldıktan sonra yataklarına götürüldü. Birer masal anlatıldı ve kapıları çekilerek çıkıldı. İtiraz, “uykum yok”, “annee” çığlıkları hiç gelmedi. Nerede olursa olsunlar aynı saatte yatağa girdiklerini ve bu şekilde uyuduklarını öğrendim. Sabah kahvaltısında aile neşeli ve mutluydu. Gün boyu anne-baba ve çocukların birbirleriyle oyunlarını, sevgilerini gördüm. Ama ne yemek konusunda, ne kurallar konusunda taviz verilmiyordu. Yani sevgiyle kuralların, güvenle şımarıklığın sınırları kolayca çizilivermişti. Çocukların erişkinliklerini görmek için anne-babalara bakmak yeterdi. “Tehlikeli, denize girilmez” levhasına uymayan bir tek kişi yoktu. Kimse iki masa öteye bağırarak seslenmiyordu. Ve kimse kimsenin sırasını almaya çalışmıyor, kuyrukta söylenmiyordu.

Tatil, tatilin dışında yıllardır ailelere anlatmaya çalıştığım birçok şeyin canlı uygulamasını izlemek oldu. Bir yandan anlattıklarımın kolayca uygulanır ve işe yarar olduğunu gördüm. Mutlu oldum, gelip yeniden anlatma isteğim arttı. Bir yandan da hala niçin başaramadığımızı, hala niçin doğru çocuk yetiştirmenin sadece o çocuğun değil, ülkenin geleceği için çok önemli olduğunu kavrayamadığımızı düşünerek hüzünlendim. Bana yapabiliriz gibi geliyor ve anlatmaya devam edeceğim. Ya siz ne düşünüyorsunuz ve ne yapacaksınız?

 

Facebooktwitterlinkedinmail